TAİMDERin düzenlediği Gönül Sohbetleri programında bu hafta Tefekkür ve Zikir konuşuldu.
Anadolu İmam Hatip Lisesi ve İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği (TAİMDER)nin düzenlenen Gönül Sohbetleri programının bu haftaki konusu Tefekkür ve zikir oldu.
Emekli Müftü Sabri Böğrek: Bir gün Üftâde hazretleri öğrencileri ile kır gezisine çıkarlar. Bütün talebeler buket buket çiçek getirirken öğrencilerin önde gelenlerinden Hüdai hazretleri beli kırılmış, çiçeği solmuş kuru bir çiçek getirir. Sebebi sorulunca hangi çiçeğin yanına vardımsa baktım ki Allahı anıyzikrine mani olmak istemedim.
Anadolu İmam Hatip Lisesi ve İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği (TAİMDER)nin düzenlediği Gönül Sohbetleri programının bu haftaki konusu Tefekkür ve zikir oldu.
Konuşmacı olarak katılan emekli müftü Sabri Böğrek, Tefekkür ve zikir beraber İslamın zahiri yönünden bu iki terim, İslami terimlerden olmakla beraber İslamın zahiri yönünden ziyada batıni, dini yönden ziyade tasavvufi yönünü ilgilendirir dedi.
Tefekkür, lügat bakımından düşünme, istek, akıl yorma anlamlarına gelmektedir. Terim yönünden ise herhangi bir mesele hakkında derin derin düşünme, zihni yorma ve işin şuuruna varma faaliyeti hadisenin özüne vakit almak ve ibret almak için duyguların hareket etmesidir. Buda ancak insana mahsus özelliklerindendir diyen Böğrek, Diğer yaratıklarda bu özellikler yoktur. İnsanın ekmeli varlık olmasını sebebi de bundan gelmektedir. Bu nedenle Kuran-ı Kerim insana hitap etmekte ve Kur-anı Kerimin 137 yerinde insanın tefekkür etmesi istenmektedir. Bu tefekkürün neticesinde insan Allahü teâlânın eserlerine bakarak bunu anlaması ve onu zikretmesi istenmektedir dedi.
Böğrek konuşmalarını şöyle sürdürdü:
Fussilet suresinin 153. ayetinde yüce Allah, Biz insanlara kâinata ve insan yaratılışının biyolojik yönüne bakarak Kur-anın Allahın hak kelamın olduğunu bilsinler ve Allahın her şeye kadir olduğunu anlasınlar
Rum suresi 50. ayette ise insanoğluna hitaben Allahın eserine bak güz mevsiminde yeryüzü adeta ölürken baharın yeni baştan canlandığına bakın. Canlılar öldükten sonra aynı şekilde diriltilecektir. Zira Allah her şeye kadirdir.
Allahü teâlânın bu kudreti sayesinde sadece insan değil bütün mahlukat lisani haliyle Allahı bilmekte ve onu zikretmektedir.
Zikir; anma hatıra getirme, adını söyleme, anlatma, övme gibi anlamlara gelmektedir. Netice itibari ile Allahı anarak doğruya yönelme ve gerçeği bulmak demektir.
Kur-anı Kerimin 250 yerinde de zikir emredilmektedir. İsra Suresinin 44. ayeti teriminde 7 kat sema ve 7 kat yeryüzünde ve bu ikisi arasında bulunan bütün canlılar Allahı tesbih ederler. Hiçbir yaratık yoktur ki Allahı tesbih etmesin. Ancak siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. Şüphesiz ki O merhametli ve affedicidir.
Bir gün Üftâde hazretleri öğrencileri ile kır gezisine çıkarlar. Bütün talebeler buket buket çiçek getirirken öğrencilerin önde gelenlerinden Hüdai hazretleri beli kırılmış, çiçeği solmuş kuru bir çiçek getirir. Sebebi sorulunca hangi çiçeğin yanına vardımsa baktım ki Allahı anıyzikrine mani olmak istemedim.
Üftâde hazretleri diğer öğrencilere bakarak neden Hüdaiyi daha çok sevdiğini anlatmak ister
Zikir, insanın içindeki kötü ahlakı temizler. Ateşin zararlı otları yakması gibi zikir de kötü huyları yok eder. Hoca Ubeydullah Ahrar hazretleri (K.S): Zikir bir kazmadır ki, onunla gönüllerdeki yabancı duygu dikenleri temizlenir buyurmuştur. Zikir ve tefekkür, nefsin arınmasını, olgunlaşmasını, günahların silinmesini ve hasenatın çoğalmasını sağlar. Çünkü Allaha yönelmek günahları yok eder ve maneviyatı güçlendirir. Zikirle mutmain bir kalp, olgun ve tertemiz bir kalp (kalb-i selim) halini alarak şu ayet-i kerimenin sırrına nail olur: O gün, ne mal fayda verir ne de evlat! Ancak Allaha kalb-i selim (temiz bir kalp) ile gelenler müstesna!
Zikir, Allah sevgisini artırır
İnsanoğlu gördüğü güzel şeylere ilgi duyar ve onları sever. Cenab-ı Hak ise görülmemektedir. Ancak Onun güneş, hava, yağmur ve sıhhat gibi insanlara bahşettiği nice nimetler açıkça görülmektedir. Allah Tealanın isim ve sıfatlarını şuurla ve tefekkürle anan, Onun nimetlerini, kullarına olan sevgi ve merhametini düşünen insanlarda zamanla Allah sevgisi artar. Tıpkı hayırsever bir insanı hiç görmediği halde onun vasıflarını ve menkıbelerini sürekli dinlemek ve anmak suretiyle ona hayranlık duyan kişiler gibi. Seven, sevdiğini çok andığı gibi, bir şeyi çok anan kişi de bir süre sonra onu daha fazla sevmeye başlar. Sevginin büyüklüğü ise sevilen uğrunda yapılan fedakarlık ölçüsündedir. İşte seherlerde uyanıp Hak Tealaya iltica etmek de bu sevginin en açık misallerinden biridir.
Zikir ve tefekkür sayesinde insan önce muhabbetullaha, sonra bu muhabbet sayesinde marifetullaha yani Allah Tealanın isim ve sıfatlarını daha iyi tanımaya başlar. Bunun neticesinde, Cenab-ı Hak da onu sever ve kendisine dost edinir. Nitekim bir kudsi hadiste Hak Teala, Kullarımdan velilerim ve yarattıklarımdan sevdiklerim beni zikredenlerdir ki zikirlerine karşılık ben de onları anarım buyurmaktadır.
Zikir, kulu Allaha yaklaştırır
Kulun Allaha yaklaşabilmesi için manevi bir enerjiye yani feyze ihtiyacı vardır. Allah Tealadan kula gelen feyiz, kulun muhabbeti nisbetinde olur. Muhabbeti oluşturan da zikirdir. Dolayısıyla zikir, muhabbetin oluşmasına, muhabbet feyzin gelmesine, feyiz de kulun Allaha yaklaşmasına vesile olur.
Tasavvufi eserlerde sıkça nakledilen bir rivayete göre Allah ile kul arasında nur ve zulmetten 70.000 perde vardır. Allah Tealanın farklı isim ve sıfatlarını uzun süre zikretmek suretiyle her mertebede 10.000 perdeyi kaldırarak yedi mertebede Allaha vasıl olmayı hedefleyen manevi eğitim metoduna da etvar-ı seba sistemi adı verilir. Bazı tasavvuf yollarında ise Allahın zat ismi olan lafza-i celal (Allah), diğer ilahi isim ve sıfatlara nazaran feyiz kaynağı olmak yönünden daha etkili kabul edildiği için, sali-ke(dervişe) istiğfar mahiyetindeki bir hazırlık safhasından sonra lafza-i celal zikri verilir. Eğer lafza-i celal zikri, kalp cevherine yerleşmezse, o insan mala, mülke, eşyaya, birtakım nefsani arzulara takılıp kalır. Bunlar hakkında ayet-i kerimede, (Ey Peygamber!) Heva ve hevesini kendisine ilah edinenleri gördün mü? (Furkan 25/43) buyrulur.
Zikreden kimse, şeytanın şerrinden korunmuş olur: Çünkü ilahi rahmet o kişiyi bürümüş ve meleklerin duası onu çepeçevre kuşatmıştır. Yahya [a.s] şöyle der:
Bir de Allah Teala, size kendisini çokça zikretmenizi emretti. Bu, peşinden hızla düşman gelen bir adama benzer. Bu adam sağlam bir kaleye girip, düşmandan kendini koruduğu gibi kul da şeytana karşı kendisini sadece zikrullah ile koruyabilir
Zikir, insanı cehennemden uzaklaştırır
Zikrin asıl faydası Ahirettetaya çıkacaktır. Çünkü, Ademoğlu, zikrullah haricinde, kendisini Allahın azabından daha çok kurtaran başka bir amel işlememiştir buyuran Sevgili Peygamberimiz (S.A.V), diğer bir hadislerinde de Allah Tealanın kıyamet günü şöyle nida edeceğini haber verir: Dünya hayatında Beni bir an zikretmiş veya bir yerde Benden korkmuş olan kimseyi, ateşten çıkarın!
Hoca Ubeydullah Ahrar (K.S) ise müridine büyük ariflerin halini hedef göstererek şöyle buyurmuştur:
-Öyle zikret ki, seni kaplayan istiğrak (kendinden geçme hali) içinde, ruhuna ne cennet arzusu uğrasın, ne cehennem korkusu düşsün! Uyku ile uyanıklık, nazarında ayırt edilemez olsun ve şeytan, kalp kapısını kendisine kapatılmış bulsun!
Zikir kalbe incelik verir, manevi hallerin sezilmesini sağlar: Hoca Ubeydullah Ahrarın (K.S) şöyle dediği nakledilir:
-Hoca Abdülhalik-ı Gucdüvani hazretleri (K.S) ve bağlıları, çarşı ve pazarda gezerken halkın ve satıcıların gürültü ve şamataları, kulaklarına zikir gibi gelirmiş. Zikirden başka hiçbir şey işitmezlermiş. Başlangıç demlerinde zikir bana öyle hakim ve galip olmuştu ki, rüzgarın seslerini ve iniltilerini hep zikir diye işitirdim. Bir gün Semerkand zenginlerinden biri bir düğün yaptı. Bir arkadaşın ricasıyla düğün yerine yakın bir noktaya gitmiştim. Bütün düğün halkının bağırıp çağırmaları ve çalgı sesleri bana zikir gibi geldi. Başka bir şey duymuyor, işitmiyordum. O zamanlar on sekiz yaşlarındaydım.
Hoca Ubeydullah Ahrar (K.S) bir başka zaman da şöyle demişti: Muhammed Parsa hazretlerin (K.S): Zikre devam öyle bir dereceye ulaşır ki, zikrin hakikati, kalbin cevheriyle birleşir Sözünün manası şudur: Zikrin hakikati, harf, kelime, ses ve heceden uzak bir durumdur; kalbin cevheri de onun gibidir. Bu iki durum yani zikrin hakikati ile kalbin cevheri, bu şekilde eşyadan soyutlanmış bir hale gelince birbirinin aynı olur ve birleşirler. O zaman zikredici, zikredilenin kendisini istilası sebebiyle zikir ile gönlün arasını ayıramaz olur. Zikrin son mertebesinde öyle bir hal olur ki, onda zikredilenden (Allahtan) başka hiçbir şey hissedilmez, kalp deada yokluğa karışır.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hak Dini Kuran Dili isimli tefsirinde Bakara sûresinin 152. ayetini izah ederken benzer duyguları şöyle terennüm etmiştir: Zikr-i kalbi, gönülden anmaktır ki başlıca üç gruptur: Birincisi, Allahın varlığına delalet eden delilleri düşünmek ve şüpheleri defederek Allahın isim ve sıfatlarını tefekkür etmek, ikincisi, ahkam-ı rubûbiyyeti ve kulluk vazifelerini, yani Allahın emir ve yasaklarını, bunların delil ve hikmetlerini düşünmek. Üçüncüsü ise, iç alemdeki ve dışarıdaki mahlûkatı ve bunlardaki yaratılış sırlarını tefekkür ile her zerrenin ilahi aleme bir ayna olduğunu idrak etmektir ki, bu aynaya gereği gibi bakanların gözüne o cemal ve celal aleminin nurları yansır ve bundan bir şuur anı içinde alınacak olan zevkin bir parıltısı bile dünyalara değer. Zikrin bu mertebesinin hiç nihayeti yoktur. Bu noktada insan kendinden ve alemden geçer. Bütün şuuru Hakta kaybolur. Hatta zikir ve zakirden (zikredenden) nam ve nişan kalmaz da, hissedilen yalnız mezkûrdan (zikredilen Haktan) ibaret kalır.
Tefekkür
Tefekkür, sadece insana değil, bütün mahlûkata verilmiş, hayâtî bir kâbiliyettir. Bu kâbiliyeti, her varlık kendi dünyâsı içinde ve kendi yaratılışına uygun bir şekilde kullanır. Ağırlık merkezi de daha ziyade ten ve nefsâniyet plânına âittir. Yiyip içmek, daha iyi, daha rahat yaşayabilmek ve nesli devâm ettirebilmek gibi hususlar ön plândadır. Bunun için bir yırtıcı mahlûkun tefekkürü, ancak avını parçalayıp mîdesini doyurmaya yöneliktir. Bunun dışında onun, hayat, kâinat ve istikbâle dâir herhangi bir düşünce ve endişesi yoktur. Zaten ona verilen tefekkür kâbiliyeti de, ancak bu kadarına kâfî gelir. Fakat insana gelince Onun durumu farklıdır
Nefsânî ve rûhânî tefekkür
İnsanoğlu, varlıkların en şereflisi ve kâinâtın gözbebeği olarak yaratıldığı için, onun mesûliyet ve vazifeleri büyüktür. Buna göre de kendisine engin bir tefekkür kâbiliyeti ihsân edilmiştir.
Çünkü insan; yiyip içme, yaşama ve neslini devâm ettirebilme bakımından diğer mahlûkatla benzer özelliklere dâir nefsânî tefekkür ile değil, ancak kendisini inkişâf ettirecek ve bu vesîleyle cennet ve cemâlullâha nâil edecek olan rûhânî tefekkür ile insanlık haysiyet ve şerefini hâizdir.
Fakat insan, rûhânî yapısını tekâmül ettiremezse, maalesef tefekkür istîdâdını nefsânî arzuların anaforunda helâk etmiş olur. Böyle gâfilâne bir hayat; çocuklukta oyun, gençlikte şehvet, erginlikte gaflet, ihtiyarlıkta elden gidenlere hasret ve nedâmetten ibârettir. Yeme-içme ve mal-mülk biriktirme gibi nefsânî hevâ ve heveslerin girdabında, Allâhın verdiği tefekkür nîmetini ziyân etmektir.
Rûhî derinliğe ulaşmış bir mütefekkir, bu hakîkati hulâsa ederek şöyle buyurur:
Bu cihân, âkiller (akıl sâhipleri) için seyr-i bedâyî (ilâhî sanatı ibretle temâşâ ve tefekkür); ahmaklar için ise yemek ile şehvettir!
Dolayısıyla insanı insan yapan husus, onu şuur iklîminde yeşertecek olan rûhânî bir tefekkür derinliğidir. Allah Teâlâ da kullarından, gerek îmânın, gerekse ibâdetlerin yüksek bir şuur ve idrâk içinde tezâhürünü istemektedir. Bu da ancak ilâhî azamet ve kudret akışlarını tefekkür ile mümkündür.